Türkiye ekonomi tarihi

Türkiye ekonomi tarihi, Türkiye'nin çeşitli ekonomik faaliyet ve değişikliklerini Türkiye tarihi ekseninde ele alır. Türkiye ekonomi tarihi şu dönemlerde farklılaşır:

  1. 1923-1933, Liberal millî ekonomi dönemi[1]
  2. 1933-1950, Devletçilik ilkesi kapsamında kalkınma dönemi[2]
  3. 1950-1980, ithal ikameci ve korumacılığa dayanan devlet güdümlü sanayileşme dönemi
  4. 1980 sonrası, Türkiye ekonomisinin mal, hizmet ve mali piyasa işlemlerinde serbest ticarete açılması
Türkiye tarihi

Selçuklular
Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157)
Anadolu Selçuklu Devleti (1060-1308)
Anadolu beylikleri (11.-17. yüzyıl)
Osmanlı İmparatorluğu
Kuruluş dönemi (1299-1453)
Yükselme dönemi (1453-1566)
Duraklama dönemi (1566-1683)
Gerileme dönemi (1683-1792)
Dağılma dönemi (1792-1922)
Türkiye Cumhuriyeti
İstiklâl Harbi (1919-1923)
Ankara Hükûmeti (1920-1923)
Atatürk Devrimleri (1922-1937)
Tek partili dönem (1923-1945)
Çok partili dönem (1945-günümüz)
Konuya göre
Anayasa tarih
Ekonomik tarih
Askerî tarih
Zaman çizelgesi

Türkiye Portalı

1923-1929

Cumhuriyetin ilk yıllarında milli ekonomi ilkesi çerçevesinde devletin destekleyeceği girişimci bir sınıfın oluşması ve kalkınmanın bu yolla sağlanacağı öngörüldü.[3] Ulusal nitelikteki yerli sanayinin gelişimi ve ihtiyaç duyulan sermayeye yönelik 1924'te Türkiye İş Bankası kuruldu.[4] Özel girişimciliği teşvik etmek için yasal düzenlemeler yapıldı. 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile özel mülkiyet güvence altına alındı. Büyük şehirlerde ticaret borsaları kuruldu. 1927'de Sanayi Teşvik Kanunu çıkarıldı. Sanayi ve Maadin Bankası, Emlak ve Eytam Bankası kuruldu. 1927'de Başbakanlık'a bağlı olarak Âli İktisat Meclisi kurularak fiyat istikrarı, gümrük tarifeleri, vb. devletin ekonomiye yön verecek siyaset tespit etmesi amaçlandı.[5] 5 Aralık 1927'de ilk kâğıt paranın tedavülü gerçekleşip eski kâğıt paralar tedavülden çekildi.[6]

Bu dönemde Sanayi Teşvik kanunu kapsamında yapılan sayıma göre ülkedeki toplam işletme sayısı 65.245'tir.[7] Bu işletmelerin yüzde 79'u küçük işletme kategorisindedir.[8] Ülkede 100 ve daha fazla işçi çalıştıran işletme sayısı 155 olup ülkedeki sanayi üretimi kapasitesinin çok sınırlıdır.[9] Ekonomi esas olarak tarıma dayalıydı. 1923-1929 döneminde tarımın GSYİH içindeki payı yüzde 45'tir.[10] Bu dönemde yıllık büyüme hızı yüzde 8.6'dır.[11]

İzmit İktisat Kongresi

Uşak Şeker Fabrikası, Türkiye'de kurulan ilk şeker fabrikasıdır. Özel girişim ile kuruldu. Uşak'ta 19.4.1923 tarihinde 600.000 Türk lirası sermaye ile kurulan fabrika 17.12.1926 tarihinde üretime geçti. 1933'e kadar Türkiye'de şeker üretimi Alpullu Şeker Fabrikası ile birlikte bu fabrikada yapıldı. (bkz. Türkiye Şeker Fabrikaları)

Genellikle İzmir İktisat Kongresi olarak bilinen "Türkiye İktisat Kongresi", yeni kurulan Türkiye'nin siyasi ve askeri alanda kazandığı başarısının ekonomik alanda da sürdürülmesi amacıyla 17 Şubat 1923'te[12] Atatürk başkanlığında 1135 kişinin katılımı ile toplandı[13]. Atatürk, kongrenin açılış konuşmasında ekonominin önemini şu şekilde vurguladı.

« Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi muzafferiyetle tetviç edilmezse (taçlandırılmazsa) husule gelen zaferler payidar (kalıcı) olamaz. Yeni Türkiye’mizin layık olduğu mertebeye isâl (ulaştırmak) için behemehâl (ne olursa olsun) iktisadiyatımıza birinci derecede ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. »
(Atatürk'ün kongrenin açılış konuşmasındaki bir sözü.[14])

Tüccar, çiftçi, sanayici, meslek ve işçi temsilcilerinin katıldığı kongre sonunda "Misak-i İktisadi" adı altında on iki maddeden oluşan bir bildiri duyuruldu. Özel girişimciliğin teşvik edildiği milli bir ekonomi oluşturulmasının gerekliliği vurgulanarak mevcut imkanlar ile yeni ekonomik hedefler belirlendi. Kongre sonrasında Türkiye ekonomisinin liberal bir döneme girdiği ve bu sürecin 1929 Büyük Buhran'a kadar sürdüğü kabul edilir.[15]

Özel teşebbüsün teşvik edilmesi, ihtiyaç halinde kamu gücünün kullanılarak devletin gerekli alanlarda yatırım yapması esas alındı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da kongrede alınan kararlar doğrultusunda Türk ekonomisine yön verildi.[16]

Lozan Antlaşması'nın kabulü

Başlıca ekonomik maddelerde anlaşılamaması nedeniyle bir kez kesintiye uğrayan İtilaf Devletleri ile Türkiye arasındaki görüşmeler 24 Temmuz 1923 tarihinde sona erdi. Lozan Antlaşması 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Antlaşmanın başlıca ekonomik sonuçları şunlardır:

  • Yabancılara sağlanan bazı imtiyazları sona erdirdi. Anlaşma çerçevesinde düzenlenen ticaret sözleşmesi gereği, 1916 tarihli Osmanlı Devleti'nin gümrük tarifelerinin 1929 yılına kadar uygulanması zorunluluğu getirilmiştir.[17]. Bunun sonucunda Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti borçlarının %62.5'ini ödemek zorunda kaldı. 1928 yılında Milletler Cemiyeti tarafından bir miktar tarafından azaltılan borçların tamamen tasfiyesi 1954 yılında kadar sürdü.[18]
  • Osmanlı İmparatorluğu kapitülasyonları'nın her bakımdan kaldırıldı.
  • Denizlerde Türkiye'ye Kabotaj hakkı tanınması kabul edildi.
  • İtilaf Devletleri ile Türkiye karşılıklı olarak savaş tazminatlarından vazgeçti.
  • Osmanlı Devleti'nde ayrıcalık hakkı bulunan şirketlerin bu haklarının devam etmesine, Türkiye'nin bu ayrıcalıkları tanımaması durumunda ilgili şirketlere tazminat ödemesine karar verildi

Aşarın kaldırılması

Osmanlı'da devletin en önemli mali kaynağı olan aşar tarım ürünlerinden 1/10 oranında alınan şer'i bir vergidir. Aşar, 1850'de bütçe gelirlerinin yüzde 30,4'ünü, 1864'te yüzde 47,6'sını oluşturuyordu.[19] Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu özelliğini koruyarak 1924 yılı bütçesinin 27,5 milyon lirası aşardan sağlandı.[20] İzmir İktisat Kongresi'nde alınan en önemli karar aşar vergisinin kaldırılmasıdır.[21] Alınan bu karar 2 yıl sonra uygulandı. 5552 sayılı ve 17 Şubat 1925 tarihli kanun ile altı yüz yıldan fazla bir süredir uygulanan aşar vergisi kaldırıldı.[22]

Osmanlı'da olduğu gibi yeni kurulan Türkiye'nin ekonomisi de büyük ölçüde tarıma dayalıydı ve devlet bütçesinin yüzde 80-85'i tarımdan sağlanan gelirlerden oluşuyordu.[23] Aşarın kaldırılmasıyla devletin yaşadığı gelir kaybına yönelik diğer tarımsal vergilerden olan ağnam ve arazi vergilerinin oranı artırıldı. Ancak yine de aşardan sağlanan geliri ulaşılamadı.

Aşarın kaldırılmasının ekonomik ve siyasi sonucu oldu. Birçok kaynakta, köylünün ve toprak sahiplerinin çok büyük bir vergi yükünden kurtulduğu, halkın mültezimlerin baskısı altında artık ezilmeyeceği görüşü hakimdir.[24] Öte yandan aşarın kaldırılmasının 1920-23 yılları arasında TBMM'de birçok kez tartışılmasına rağmen kanun teklifinin Şeyh Said İsyanı sırasında TBMM gündemine getirilerek kabul edilmesinin bu kararın siyasi kaygılarla alındığı, bu yolla devlet otoritenin güçlendirilmesinin amaçlandığı eleştirisi yapıldı.[25]

Sanayi Teşvik Kanunu

Osmanlı'da 1913 yılında "Teşvik-i Sanayii Muvakkatı" adı altında bir yasa çıkarılmıştı ancak Osmanlı sanayisine yoğun bir şekilde yabancı sermaye hakim olduğundan kanun kapsamında verilen kredilerin büyük kısmı yabancı sermaye tarafından kullanıldı. Ayrıca Trablusgarp, Balkan ve sonrasında I. Dünya Savaşı'nın iktisadi ve siyasi şartlarının getirdiği zorluklar içinde kanun amacına ulaşamadı.[26]

Cumhuriyet döneminde 1925'te Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. 1927'de Sanayi Teşvik Kanunu kabul edildi. Yasa kapsamında ücretsiz arazi tahsisi, belirli ruhsat, harç ve vergilerden muaf olma, devlet tarafından prim desteği, belirli durumlarda gümrük vergisinden muaf olma, Türk vatandaşlarına ayrıcalık tanınması, vb. uygulamalar[27] ile yerli sermaye teşvik edilerek milli bir ekonomi amaçlandı. Altyapı ve işgücü eksikliği, savaş döneminin yeni sona ermesi, girişimci ve teknik eleman eksikliği gibi nedenlerle ekonomide istenilen ilerlemeyi sağlayamadı.[28] Öte yandan milli ekonomi ilkesinin savunulduğu Cumhuriyetin ilk yıllarında, tam bağımsızlığın amaçlandığı kurtuluş savaşı zaferinin ekonomik anlamda da desteklenmesi görüşünü yansıtması açısından önemlidir.[29]

Toprak reformu

Osmanlı'dan yeni Türkiye'ye geçişte toprak rejiminde kayda değer değişiklikler yaşandı. İşgücü büyük ölçüde tarımla uğraşan ve ekonomisi tarıma dayalı ülkenin tarımsal kalkınmasının sağlanması amacıyla yasal düzenlemeler de yapıldı. 1929 yılı TBMM açılış konuşmasında Atatürk bu durumu şu sözlerle vurgulamaktadır: "...çiftçiye arazi vermek de hü­kûmetin takip etmesi lâzım gelen bir keyfiyettir. Çalışan Türk köy­lüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmek memleketin üreti­mini zenginleştirecek başlıca çarelerden biridir."[30]

Daha önce 1921 yılında bütçe kanununa eklenen bir madde ile Türkiye'ye gelen muhtaç durumdaki göçmen ve muhacirlere verilmek üzere, bedeli on yıl sürede ödeme imkanı bulunan ve büyüklüğü iki yüz dekarı geçmemek şartıyla devlet arazilerinden toprak dağıtılmıştı.[31] Ülkedeki tek ziraat okulu olan İstanbul Halkalı Yüksek Ziraat Okulu 1928'de kapandı. 1930'da ihtiyaca yönelik 1930 yılında Ankara Ziraat Mektebi açıldı, üç yıl sonra ise bu okul Yüksek Ziraat Enstitüsü'ne dönüştürüldü. Günümüzde hizmet veren Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nin kökenini bu okul oluşturur.

Âli İktisat Meclisi

1927'de Başbakanlık'a bağlı olarak kurulan ve 1935'te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı kadar[32] faaliyet gösteren Âli İktisat Meclisi, siyasetçi, asker ve meslek örgütü temsilcileri olmak üzere 24 üyeden oluşuyordu.[33] Bir yaptırım gücü olmayan ve kararları tavsiye niteliği taşıyan meclis, beklenildiği gibi ekonomi politikaları üzerinde etkili olamadı. Daha çok ülkenin ekonomik durumuna ilişkin raporlar hazırladı. Âli İktisat Meclisi, 1960'lardan sonra kurulan Devlet Planlama Teşkilatının araştırma ve danışma özelliğine benzer nitelik taşır ve Cumhuriyet döneminin ilk Ekonomik Konsey tipi yapılanmasıdır.[34]

Büyük Buhran

Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayalı Türkiye'de Büyük Buhran'da en çok tarım sektörü etkilendi.[35] Tarımsal üretim geriledi, tarım ürünlerinin fiyatları yükseldi. Türk lirasının aşırı değer kaybetmesi karşısında 1930 yılında "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun", dış ticaret açığının artması karşısında "Ticarette Tağşiş'in Men-i ve İhracatın Murakabe­si ve Korunması Hakkında Kanun" ve ithalatın kontrol edilmesine yönelik kanun çıkarıldı.[36] Ayrıca para piyasalarındaki sorunun çözümü için 1930'da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu ve Osmanlı Bankası'nın görev ve yetkilerine son verildi. Türk lirasının değer kaybetmesinin nedeni dış ticaret açığı olarak görüldüğünden ithalatı kısıtlayıcı tedbirler alındı.[37] Bu amaca yönelik Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti de kuruldu.[38] Paranın değer kaybetmesi karşısında halkın satın alma güzü azaldı. Büyük Buhran'ın başlıca sonuçları şunlardır:

  • Dış ticaret açığı arttı
  • Dünyada tarım ürünü fiyatları düştüğünden ihracat gelirleri azaldı
  • İthalatı kısıtlayıcı tedbirler alındı ve dış borç ödemeleri ertelendi
  • Dış borç bulmak zorlaştı

30 Kasım 1931'de olağanüstü vergi niteliği taşıyan İktisadi Buhran Vergisi yürürlüğe girdi. Önce ücretlilerin maaşlarından en az yüzde 10 olmak üzere artan oranda alınmaya başlanan verginin kapsamı 1934'te genişledi ve gelir vergisi mükelleflerinden de alınmaya başladı. Yine bu dönemde ücretlilerden Muvazene Vergisi alınmaya başlandı. Bu iki vergi 1950 yılına dek yürürlükte kaldı. (bkz. Türk vergi sistemi)

Büyük Buhran'ın en önemli sonucu Cumhuriyet'in ilk yıllarında öngörülen özel girişimciliği teşvik ederek kalkınma hedefini uygulayacak ekonomik imkanı ortadan kaldırmasıdır. Ayrıca özel kesime dayalı kalkınmayı sağlayacak ülke içinde tecrübe, bilgi ve birikimin olmayışı nedeniyle bu anlayış terk edildi ve 1930'lu yıllarda devletçilik ilkesine dayalı bir ekonomi modeline geçildi.[39]

1929–1945 dönemi

Cumhuriyet'in ilk yıllarında ekonomik kalkınmanın sloganlarından birisi "üç beyazlar-üç karalar"dır. I. Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı'nda üç beyaz (un, şeker, pamuklu dokuma) ve üç kara (kömür, demir, petrol) ürünü yokluğunun yaşattığı sıkıntının Cumhuriyetin kalkınma hedefi ile aşılacağını ifade ediyordu. Bu nedenle kurulan her şeker fabrikası müjde ile duyuruluyordu.

İktisadi donanım amacıyla Türkiye 1930 yılında ABD'den 10 milyon dolarlık bir borç alındı. 1934 yılında Sovyetler Birliği'nden alınan 8 milyon dolarlık borçla Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı'nda yer alan fabrikaların bir kısmı yapıldı. 1938 yılında İngiltere'den alınan 16 milyon sterlinin 10 milyonu ile dış ödeme güçlükleri giderildi ve geri kalan para da askeri amaçlı kullanıldı.[40] 1939 yılı başlarında Türkiye'nin döviz olarak ödenecek toplam dış borcu 236 milyon ABD doları iken, 1940 yılında İngiltere ve Fransa'dan topla 164 milyon dolar, 1942 yılında Almanya'dan 100 milyon mark kredi sağlandı. Bu durum 1945 yılı sonunda konsolide dış borç tutarı 439 milyon dolara çıktı. II. Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye'de artan askeri harcamalar ve dış borç stoklarındaki gelişmeler ile Türk lirasında yaşanan değerlenme daha sonra ekonomik büyüme üzerinde olumsuz bir baskı oluşturdu ve bunun sonucunda 1946 yılında devalüasyon yapıldığında dış borç TL cinsinden 707 milyon Türk lirasına ulaştı. 3 yıl sonra sterlin ve diğer dövizlerin devalüe edilmiş olması dış borçlarda 204 milyon TL'lik bir düşüşe yol açtı.[41]

Devletçilik politikasının ortaya çıkışı

İktisat kongreleri ve sanayi kanunları ile istenilen sanayileşmenin sağlanamaması ve Büyük Buhran'ın Türkiye'ye yansıması neticesinde halkın refahının ciddi anlamda düşmesi, gerekli yatırımların kamu gücü ile yapılmasına dair görüşlerin ağırlık kazanmasına yol açtı. Türkiye'de tek partili dönem'in yaşandığı bir süreçte CHP'nin 1931 yılında düzenlenen kongresinde alınan kararla devletçilik ilkesi partinin ana ilkelerinden biri haline geldi. 1937 yılında da anayasa'ya eklendi. Devlet, ekonomide yol gösterici ve emredici bir rol üstlendi.

Devletçilik uygulamasına yol açan ekonomik koşullar başlıca şunlardır;

  • 1929 ekonomik krizinin olumsuz etkileri
  • Sanayi Teşvik Kanunu'na rağmen ülkede istenilen gelişmenin olmaması
  • Artan nüfusun istihdam zorunluluğu
  • Bürokrasinin kendini geliştirmek amacıyla devlete ait üretim araçlarını ve kurumları geliştirmek istemesi
  • Asker kökenli bürokratların savunma ihtiyacına yönelik tesis kurma isteği

Devletçilik sadece sanayileşme alanında sınırlı kalmayarak devletin her alandaki uygulamalarına yansıdı. Lozan Antlaşması kapsamında faaliyet gösteren demiryolu, liman, elektrik, havagazı, su, tramvay vb. altyapı hizmeti veren imtiyazlı şirketler devlet tarafından satın alındı. 1936'da İstanbul Telefon Şirketi, 1938'de ise İzmir Telefon Şirketi devletleştirildi. Ankara-İzmir, Ankara-Sivas, Zonguldak-Adana gibi ticaret ve sanayinin yoğunlaştığı şehirler arasında ilk telefon bağlantısı 1937'de kuruldu.

Planlama ekonomi

1930 yılında düzenlenen Sanayi Kongresi'nde kalkınmanın gereğinin sanayileşme olduğu, sanayileşmenin bir zorunluluk olduğu ve bu yolla iktisadi bağımsızlığın sağlanabileceği görüşü benimsendi. 1930'da Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1932'de Başbakan İsmet İnönü başkanlığındaki bürokrasi kesiminden heyetlerin Sovyetler Birliği ve İtalya'ya düzenlediği geziler Türkiye'nin ekonomik, siyasal ve kültürel alanında etkili oldu. Bu dönemde Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği'nin uyguladığı planlama çalışmaları Türkiye'nin de ilgisini çekti. Avrupa'da uygulanmakta olan politikaların kapitalizmin sorunlarına yönelik olduğu, bu sebeple Sovyetlerin uyguladığı (bkz. Birinci Beş Yıllık Plan (Sovyetler Birliği)) merkezi planlama ile kalkınma modelinin Türkiye'nin ekonomik yapısına ve ihtiyaçlarına daha yakın olduğu görüşü özellikle kadro hareketi içinde hakim oldu.

Türkiye'de planlama çalışmaları 1930'lu yıllarda devletçilik ilkesi kapsamında uygulamaya geçti. Birinci Beş Yıllık Sanayi Kalkınma Planı çalışmalarına 1932'de Sovyetler Birliğinden Orlof başkanlığında gelen bir heyet ile başlandı. Plan, makro ekonomik bir plan niteliği taşımamaktadır. Planın tek amacı sanayi sektörünün gelişmesini sağlayarak Türkiye'nin "kendine yeter" bir ekonomi haline gelmesidir. Plan kapsamında, dokuma (mensucat), madencilik (demir-çelik, bakır ve kükürt), kâğıt-karton (selüloz), kimya-seramik (cam, çimento) olmak üzere beş temel alanda 23 fabrika kurulması hedeflendi. Planı uygulama görevi 1933'te kurulan Sümerbank'a verildi. Ayrıca Türkiye İş Bankası'da Şişecam ve Sömikok gibi yatırımların bir kısmını üstlendi. Uygulamada olduğu 1934-38 yılları arasında planın başarılı olduğu görüşü hakimdir. "Üç beyaz" olarak nitelenen dokuma, un ve şekerin üretimi için hafif sanayi gerçekleşti. 1929'da yüzde 9,6 olan sanayi sektörünün GSMH içindeki payı 1939'da yüzde 18'e yükseldi. Tarım sektörünün payı yüzde 51,6'dan yüzde 39'a geriledi. Bu dönemde sanayi kesiminin yıllık büyüne hızı yüzde 6,87, ekonominin büyüme hızı yüzde 6 oldu. Günümüze dek ulaşan Kamu İktisadi Teşebbüsü niteliği taşıyan kuruluşlar bu dönemde kurulmaya başlandı.

Birinci Beş Yıllık Kalkın Planı'nda sağlanan başarıya istinaden İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çalışmalarına 1936'da başlandı. İkinci planın daha kapsamlı olması amaçlandı. Ara ve yatırım mallarının üretimine önem verildi. Birinci plana ilave olarak elektrik santralları, denizcilik gibi ek faaliyet alanlarına da planda yer verildi. Bu kez Sovyetler Birliği'nden değil İngiltere'den borç alınması öngörüldü. II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla savaş koşullarının Türkiye'yi de etkilemesi nedeniyle ikinci beş yıllık plan kesintiye uğradı ve uygulanamadı.

Savaş yılları

Türkiye II. Dünya Savaşı'na girmemiş olsa da savaşın ağır koşullarını özellikle ekonomik anlamda yaşadı.[42] Ekonominin daralması, artan enflasyon, halkın alım gücünün düşmesi, ekmek gibi temel gereksinimlerin karneye bağlanması, vb. toplumsal yansımaları oldu. Genç nüfus silah altına alındığından nüfusun büyük kısmı üreticilikten tüketici durumuna geçti. Tarımsal üretim geriledi. Savaş koşullarında dış ticaret geriledi. Ülkedeki üretim kapasitesini belli bir düzeyde tutmaya gayret edildi.

Refik Sayfam Hükûmeti döneminde mal kıtlığı ile mücadele ve haksız kazançları engellemek amacıyla 18 Ocak 1940 tarihli 3780 sayılı Millî Korunma Kanunu çıkarıldı.[43] Kanun ile Bakanlar Kuruluna geniş yetkiler veriliyordu. Hükümete, tarım ürümleri fiyatlarını belirleme, köylülere yaşadıkları yerim on beş km içinde olmak kaydıyla kamu yararına zorunlu çalışma mecburiyeti (bkz. angarya), dört hektardan az toprağı olan çiftçinin bir çift öküzüne el koyma yetkisi, sanayi kuruluşlarının neyi ve ne kadar üreteceğini belirleme yetkisi gibi yetkiler tanındı.[44] Kanuna uymayanlar ve haksız kazanç elde edenlerin yargılanması için ülke genelinde sekiz adet Millî Konunma Mahkemesi açıldı.

1940'da fiyat artışları ve hububat kıtlığı nedeniyle kanunun tanıdığı imkanla piyasayı denetleme uygulamasına geçildi. Fiyat artışları nedeniyle, çiftçinin ürününü piyasaya geç sürdüğü, tüccarın da fiyat artışını bekleyerek mallarını depolarda beklettiği gerekçesiyle 12 Şubat 1941 tarihinde çiftçinin zorunlu olarak elindeki hububat ürünlerini Toprak Mahsülleri Ofisi'ne satması kararı alındı. Buna rağmen un sıkıntısının devam etmesi nedeniyle 27 Kasım 1941 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan karara göre buğday unundan pasta, kek, poğaça, çörek, tatlı, vb. ürünlerin üretimi yasaklandı.[45]

18 Şubat 1941'de Bakanlar Kurulu kararı ile İstanbul, Ankara ve İzmir'de ekmeğe yüzde 15 oranında arpa katılmasına geçildi. 6 Haziran 1941'de bu oran yüzde 20 arpa ve yüzde 30 çavdar olarak değiştirildi.[46] Ayrıca ekmeğe mısır unu ve patates katılması denemeleri de yapıldı.[47] 11 Ocak 1942'de ilk olarak İstanbul'da, daha sonra Ankara olmak üzere ekmek karnesi uygulamasına geçildi. "Kara ekmek" olarak tanımlanan ekmek miktarları, kişilerin yaşına ve yaptığı işe göre belirlendi. Günlük olarak, 7 yaşın altında olan çocuklar için 187,5 gram, yedi yaş üstü kişiler için 375 gram, ağır işlerde çalışanlar için 750 gram ekmek hakkı tanındı.[48] Bu oranlar zaman içinde güncellendi. Ayrıca muhtaç kesimlerin ücretsiz ekmek alabileceği karneler de verildi[49] Kâzım Karabekir daha sonra yayımlanan günlüklerinde ekmeğin karneye bağlanmasını şu sözlerle aktarır:

« Erenköy'de ekmek derdi yine müthiş. Öğle vakti hâlâ fırının önü mahşer. Sebebi un gece yarısından sonra üçte gelmiş. Ekmek de berbat. İçinde her şey var... Herkes işini gücünü bırakıp saatlerce fırının önünde ekmek alacağım diye birbirini eziyor...[50] »
(Kazım Karabekir, Günlükler (1906-1948), Cilt 2, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 1252.)

TMO'nun stoklarının artması ve fiyat istikrarının sağlanması neticesinde ekmek üretimi düzene girerek kıtlık korkusu azalmaya başladı. 28 Mayıs 1946'da kısmen, 9 Eylül 1946'da ise tüm yurtta karne uygulaması kaldırıldı. Ekmek satışının kısıtlama olmadan satışına izin verildi.[51]

II. Dünya Savaşı yıllarında bir diğer uygulama 12 Kasım 1942 tarihli Resmi Gazete'te yayımlanan Varlık Vergisi'dir.[52] 16 ay yürürlükte kalan uygulama ile 315 milyon lira vergi tahsil edildi. Bu tutarın yüzde 52'si gayrimüslimlere, yüzde 29'u müslümanlara, yüzde 19'u ecnebilere aitti.[53] Varlık vergisi, günümüzde ekonomik değil, siyasi ve sosyal yönüyle tartışma konusudur. Kanunun uygulanması sırasında sabit bir vergi oranı belirlenmemesi, bu nedenle gayrimüslimlerden daha yüksek oranda vergi tahsil edilmesi, tahakkuk eden verginin taksit olmaksızın tek seferde tahsil edilmesi, peşin ödeyemeyen gayrimüslimlerin mallarını satışa çıkarmasıyla bu malların piyasadan çok düşük değerde alıcı bulması, vergisini ödeyemeyen kişilerin Erzurum'un Aşkale ilçesindeki Aşkale Çalışma Kampı'nda zorunlu çalışmaya tabi tutulması, başlıca eleştiri konularıdır.[54] Öte yandan Varlık Vergisi, ekonomide hedeflenen başarıyı göstermedi. Ülkede karaborsanın azalmasını sağlayamadı, enflasyon oranı düşmedi, ayrıca ekonomik güven ortamını zedeleyerek girişimciliği azalttı. Gayrimüslimlerin yatırımlarını yurt dışına yöneltmesine neden oldu.[55]

Savaş sonrası

Savaş sonrasında siyasi güç ile ekonomik güç arasında gerilim yaşandı. Hükümet tarafından Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkarıldı ve topraksız köylülerin toprak sahibi olması hedeflendi. Yasanın çıkmasına muhalif olan Adnan Menderes, Emin Sazak başta olmak üzere bazı CHP üyeleri basın yoluyla hükümete ağır eleştiriler getirince CHP yönetimi Adnan Menderes ve Fuat Köprülü'yü partiden ihraç etti, bu karara karşı çıkan Celal Bayar ve Refik Koraltan istifa etti.[56] Bu dört isim ülkedeki yoksulluğun ve kıtlığın nedenini yıllardır uygulanan devletçilik ilkesi olarak görüyordu.[57] 7 Ocak 1946'da kurdukları Demokrat Parti 21 Temmuz 1946'da yapılan genel seçimlerde meclise girdi ve anti-devletçi ekonomi modelini savunan görüş TBMM'de temsil edilmeye başlandı.

1946 genel seçimleri sonrası dönem siyasi istikrarsızlığın yaşandığı bir dönem olarak bilinir. Dört yıllık bu dönemde kısa süreli dört hükûmet kuruldu. Siyasi istikrarsızlık nedeniyle ekonomik sorunlara yönelme imkanı kalmıyordu.[58]

Recep Peker hükûmeti öncelikle dış ekonomik ilişilere yönelik gerçekçi bir döviz kuru politikasınını savundu. "7 Eylül Kararları" sonucu 7 Eylül 1946'da Türkiye tarihinde ilk kez yapılan devalüasyon sonucu ABD doları karşısında Türk lirası yüzde 50 devalüe edildi.[59] (bkz. Türkiye'de devalüasyon) Peker Hükûmeti'nin beklediği finansal yardım ABD'den gelmedi ve yapılan devalüasyon ekonomi çevrelerinden kamuoyu desteği bulamadı.[60] 1947 ve 1948'deki Cemal Saka hükûmetleri ve 1949'da Şemsettin Günaltay Hükûmeti, muhalefetin ve İstanbul basınının anti-devletçi eleştirileri karşısında iş yapamaz hale gelmişti.[61]

1940'lı yıllarda savaş koşullarında yapılan vergi düzenlemelerine rağmen toplanan vergilerin kamu harcamalarını karşılamaması nedeniyle modern anlamda vergi düzenlemelerine ihtiyaç duyuldu. Buna yönelik 1949'da ilk kez gelir vergisi kanunu, kurumlar vergisi kanunu ve vergi usul kanunu uygulamaları Türk vergi sistemine dahil oldu.

1950–1980

Demokrat Parti dönemi

1950-1960 yılları arasında Türkiye'nin dış borcu 227 milyon dolardan 1138 milyon dolara ulaştı ve toplam dış borç miktarında dört kattan fazla bir yükseliş ortaya çıktı.[62]

Ayrıca bakınız

Kaynakça

Özel
  1. Koçtürk 2010, s. 57
  2. Koçtürk 2010, s. 57
  3. Akın 2015, s. 1
  4. Akın 2015, s. 1
  5. Akın 2015, s. 5
  6. Tokamış ATEŞ-Alkan SOYAK, Cumhuriyet Dönemi İktisadi Yapı ve Finans Sistemi 1923-1946 Dönemi, Osmanlı'dan Günümüze Türk Finans Tarihi, İMKB Yay. C.2 1999 s. 47-59
  7. Özdoğan & Develi 2020, s. 9
  8. Özdoğan & Develi 2020, s. 9
  9. Özdoğan & Develi 2020, s. 9
  10. Özdoğan & Develi 2020, s. 9
  11. Özdoğan & Develi 2020, s. 9
  12. Anıt 2020, s. 31.
  13. Anıt 2020, s. 35.
  14. Anıt 2020, s. 34.
  15. Anıt 2020, s. 39.
  16. Anıt 2020, s. 41.
  17. Tokamış ATEŞ-Alkan SOYAK, Cumhuriyet Dönemi İktisadi Yapı ve Finans Sistemi 1923-1946 Dönemi, Osmanlı'dan Günümüze Türk Finans Tarihi, İMKB Yay. C.2 1999 s. 38
  18. Reşat AKTAN, Türkiye İktisadı, Sevinç Matbaası, Ankara 1972 s. 44-45
  19. Gülal 1991, s. 59
  20. Gülal 1991, s. 59
  21. Gülal 1991, s. 68
  22. Gülal 1991, s. 68
  23. Gülal 1991, s. 74
  24. Gülal 1991, s. 71
  25. Gülal 1991, s. 73
  26. Kasalar 2012, s. 70
  27. Kasalar 2012, s. 73
  28. Kasalar 2012, s. 73
  29. Kasalar 2012, s. 78
  30. Pamak 1980, s. 135
  31. Pamak 1980, s. 136
  32. Akın 2015, s. 4
  33. Akın 2015, s. 2
  34. Akın 2015, s. 5
  35. Bulut 2003, s. 87
  36. Bulut 2003, s. 89
  37. Bulut 2003, s. 89
  38. Bulut 2003, s. 90
  39. Bulut 2003, s. 91
  40. İlker PARASIZ, Türkiye Ekonomisi 1923'ten Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları, Ezgi Kitabevi Yay. B.1 Bursa 1998, s. 36-74
  41. Rıdvan KARLUK, Türkiye Ekonomisi, Beta Yay. Genişletilmiş. B.4 İstanbul 1996, s. 217
  42. Koçtürk 2010, s. 59
  43. Dokuyan 2013, s. 195
  44. Dokuyan 2013, s. 196
  45. Dokuyan 2013, s. 197
  46. Dokuyan 2013, s. 198
  47. Dokuyan 2013, s. 198
  48. Dokuyan 2013, s. 199
  49. Dokuyan 2013, s. 201
  50. Dokuyan 2013, s. 201
  51. Dokuyan 2013, s. 197
  52. Kızılkaya 2016, s. 89
  53. Dokuyan 2013, s. 91
  54. Kızılkaya 2016, s. 90
  55. Kızılkaya 2016, s. 93
  56. Kanca 2012, s. 48
  57. Kanca 2012, s. 48
  58. Kanca 2012, s. 49
  59. Kanca 2012, s. 49
  60. Kanca 2012, s. 49
  61. Kanca 2012, s. 49
  62. Sinasi GÜCERİ, Türkiye Ekonomisinin Yapısal Meseleleri ve Bir Çözüm Modeli, İş Dünyası Vakfı, İstanbul 1995, s. 209
Genel
This article is issued from Wikipedia. The text is licensed under Creative Commons - Attribution - Sharealike. Additional terms may apply for the media files.