Vampir

Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıktığına, insanlara saldırıp kanlarını emdiğine inanılan mitolojik bir varlıktır.

Vampir, Philip Burne-Jones tablosu, 1897
Vampiir (Aleksander Promet, 1922)

Tarihçe

Vampir kültürü Babil'den kalan örneklere dayanır ve yüzyıllar boyunca değişimini inceleyen kapsamlı folklorik tarihsel araştırmalara konu teşkil eder. Kan emme ve öldükten sonra dirilme efsaneleri Orta Çağ'da yayıldı. 1200'lerde İngiltere'de Galli bir din adamı olan Walter Map bir vampirin bütün bir köy ahalisinin kanlarını emmek suretiyle öldürdüğünü iddia etti. Map'ın iddiasına göre köyde sağ kalan son kişi kılıcını çekip kana susamış cehennem yaratığının kafasını ensesine kadar ikiye bölmüş ve tehlikeyi sona erdirmişti.

Vampir varlığına inanan bilim insanları vampirlerin kendilerince belirlenen özelliklerini şöyle özetlemişlerdir: Acıyı en az düzeyde hissederler, vücutlarında özellikle de yüzlerinde çürüğe dayalı hafif çukurluklar ve izler bulunur, göz renkleri sürekli değişim içindedir ve iki göz asla aynı renkte bulunmaz. Beklenmedik zamanda, fark edemeyeceğiniz kadar hızlı ve bir o kadar da güçlü tepkiler verebilirler. Ten ısıları sürekli değişiklik içindedir. Gün ışığından etkilenmezler (Vampirlerin güneş ışığında yok olduğu fikri Friederich Wilhelm Murnau'nun Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi filminde ortaya atılmış, Popüler kültür'e ait modern bir düşüncedir). Düşünce okuyabilirler, bu nedenle onlara karşı koymak imkânsız gibidir. Zekalarını ve güçlerini asla bir kitlenin anlayacağı bir şekilde dışarıya vurmazlar. Bahsedildiği gibi köpek dişleri ilgi çekici büyüklükte değildir.

Sadece Hıristiyan Avrupa'da değil, çeşitli toplumlarda vampir efsaneleri yaratıldı. Hindistan'da kimi kadınlar, uyurken kana susamış cinlerin saldırısına uğradıklarına inanırlar. M.Ö. 700 yılları civarında yazıldığı tahmin edilen, orijinali Sanskritçe'den pek çok dile ve yerel lehçeye çevrilen bir öykü ve efsane koleksiyonu olan Vikram ve Vampir bu inanışa örnektir. 1001 Gece Masalları'nda dişi vampirlerle ilgili öyküler yer almaktadır. Yeni Gine'nin Camma kabilesinde Ovengua cini ya da Borneo adasındaki Dayak kabilesinde Buau adlı varlık da benzer inanışlara dayanan yaratıklardır.

Tarihçiler vampir kelimesinin Sırpça, Lehçe ya da Türkçe'den türetildiğini öne sürer. Bu efsanenin ayyuka çıktığı ve vampir avlarının düzenlendiği 1730'lu yıllarda Aydınlanmanın ünlü filozofu Voltaire konuya şöyle bir yorum getirir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızda. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyor.” Karl Marx'ın konuya yaklaşımı ise şu şekildedir: “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.”

1820'lerde bir eleştirmen “Vampiri olmayan tiyatro yok“ diye veryansın etmiştir. Yazar Sheridan Lefanu'nun 1872'de yazdığı “Carmilla” adlı öyküyle vampirler, aralarına ilk kez bir kadını almışlar buradan da vamp sözcüğünü türetmişlerdir.

İrlandalı yazar Bram Stoker, 1897'de yazdığı “Drakula” adlı eserinde türün bütün mitlerini toparladı ve bu konudaki en iyi klasiği meydana getirdi. Bu kitap vampir efsanesinin sinemaya da sıçramasına neden oldu. Alman dışavurumcu yönetmen Murnau, 1922'deki ünlü klasiği “Nosferatu” ile sinema tarihindeki ilk vampir filmini çevirdi. 1930'lu yıllarda Hollywood'un en gözde konularından biri vampirlerdi. Sinemanın en tanınmış vampir oyuncusu ise Christopher Lee'ydi. Zaman içinde vampirler pusuya yatmış canavar görünümünden kurtulup şık, baştan çıkartıcı, güzel yaratıklar haline geldi. Francis Ford Coppola ise Bram Stoker'ın romanından yaptığı özgün uyarlama ile vampirlerin hayatını bir trajedi olarak yorumladı. Stephenie Meyer'ın 2005 yılında yazmaya başladığı Alacakaranlık roman serisi (ve 2008'de başlayan film uyarlamalarıyla) vampirler canavarlıktan kahramanlığa terfi ettiler.

Bilim açısından Vampirlik

Bram Stoker

Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarından kimya profesörü Wayne Tikkanen'in yaptığı araştırmaya göre vampirliğin asıl sebebinin Porfiria hastalığı olduğu tespit edilmiştir. 1700'lü yıllarda hastalık hakkında bilgisi olmayan Avrupalılar, hastaları vampir olarak niteleyerek lanetlemekteydiler. Bir çeşit kan zehirlenmesi olan Porfirya hastalığının ilerlemesiyle derinin kızılötesi ışınlara karşı zayıfladığı ve bu nedenle karardığını açıklayan Tikkanen, “Hastada anormal kıllanma görülür. Dudaklar kuruyup çekildiği için dişler ortaya çıkar. Hasta çok acı çeker. Sonunda çıldırır.” diyerek hastalığı açıklamıştır. Bu hastaların derilerinin hassaslığı nedeniyle sadece geceleri çıkabildiklerini ve tedavi amacıylada hayvan kanı içtiklerini belirten Tikkanen “Hikayelerde vampirlerin neden gece dışarı çıkıp kan içtiklerinin yanıtı işte bu.” demiştir.

Ancak diğer bilimsel kaynaklar, porfiria hastalığının vampir efsanesini doğurduğu iddiasına şüpheyle yaklaşmaktadır.

Hastalıkla anlatılan efsaneler arasındaki bazı uyuşmazlıklar vardır. Öncelikle portifianın birçok çeşidi bulunmaktadır va bunlardan sadece en az rastlananı deri bozukluklarına yol açmaktadır. Ki bu bozukluklar sadece diş etinin çekilmesi değildir, yüz derisinde çatlamalar, burnun veya parmakların düşmesi gibi belirtiler de vardır. Orta çağda mezarlıklarından çıkarılan kişilerin bu kadar aşırı görüntü bozukluklarına sahip olduklarından bahsedilmemiştir. Ayrıca bu güne kadar kayıtlı olan 200 hastalık vakası vardır, ki bu da böylesine büyük bir efsaneye yol açabilecek büyüklükte bir sayı değildir.

Vampirlerin gün ışığına çıkamadıkları ilk defa roman yazarları tarafından söylenmiştir. Oysa 18 ve 19 yüzyıl vampirlerine gündüzleri de rastlandığına dair söylentiler vardır. Ayrıca Drakula her ne kadar bembeyaz bir cilde sahipse de, balkanlarda "al yanaklı" tasvir edilen vampir efsaneleri vardır. Queen Of The Damned filmindeki Akasha esmerdir.

İnsan vücudu, sindirim sistemine giren her besini en küçük yapı taşına ayırıp, bundan kendi moleküllerini yapar. Portifia hastalarının ihtiyaç duyulan o karmaşık molekülü kan içerek sağlayamaz. Ayrıca sarımsakta portifinın etkilerini arttıracak maddelerin varlığı kesin olarak kanıtlanamamıştır.

Orta çağda daha yaygın olan bir hastalığın daha bu inanışların kaynağı olabileceği düşünülmektedir. Bu hastalıkta kişi uzun bir süreliğine bayılır. Bilinci yerindedir ancak vücudunu kontrol edememektedir. Bir süre sonra hasta, büyük ihtimalle bir tabutta, ayılır/uyanır. Bu hastalık nadir de olsa günümüzde de görülmektedir. Discovery Channel'da bir kadın, üç defa morgda uyandığını anlatmıştır.

Belki de bu mitin açıklamasını bu kadar uzakta aramaya gerek yoktur. Anahtarın efsanelerin ana kahramanları ölüler olma olasılığı da vardır. Ölülerin cildi zaten daha soluk olur. Basınçtan dolayı genelde ağzın kenarlarında patlayan damarlar, insanlara ölünün kan emdiği izlenimini verir. Ölümden sonra derinin çekilmesiyle saçlar ve tırnaklar uzamaya devam edermiş gibi görünür, bu da kişinin hala yaşıyor sanılmasına neden olur.

Türklerdeki vampir inanışları

Türk folklorunda sık karşılaşılmasa da Batı’nın literatürlerine girmiş kayıtlar mevcuttur (Vampir-cadı bağlantısı ve kriminoloji kayıtlarına girmiş olan 1970'li yıllarda Cihangir vampiri gibi olaylar da yaşanmıştır)

1884’te Budapeşte Üniversitesi öğretim üyelerinden ve şarkiyat akademisinin kurucusu Profesör Arminius Vambery, özyaşamsal kitabı “Arminius Vambery : Yaşamı ve Maceraları”nda Türkler'deki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir. Macar dilinin köklerini araştırmak amacı ile Orta Asya’ya kadar derviş kılığında yolculuk eden Vambery’e göre: “ Osmanlılar’da yaygın bir inanışa göre vampirler ağaç kovuklarında gizlenirler ve oralarda avlanırlarmış. Ele geçirilen vampirler kelleleri kesildikten sonra bir çuvala konup denize atılırmış.”

“Cadılar hortlayan ölülerdir” diye açıklar Prof. Pertev Naili Boratav ve ekler “Çokluk kadınların cadı olduğuna inanılır, ama erkeklerden de cadılaşanların bulunduğuna kanıt belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı aşağı yukarı Batı inanışlarındaki vampiri karşılar . Cadılar mezardaki taze ölüleri çıkartıp ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize göre eskiden cadıları zararsız hale sokan uzman cadıcılar olurmuş.”

Borotav’ın vurguladığı cadı vampir ilişkisini ve cadıcıları kanıtlayan ilginç bir belgeyi Mehmet Seyda sunmaktadır: Aşağıdaki yazı 1833 yılında Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından hükûmet merkezine gönderilmiş ve Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayınlanmıştır:

“Tırnovada cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanmaya başladı. Zahir'e dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır insanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar, hiç kimse bir şey göremez. Birkaç kadın ve erkeğin üzerine saldırmış. Bunlar çağrıldı, soruldu: “Üzerimize sanki manda çökmüş sandık“ dediler. Bu yüzden mahalle halkı evlerini başka yana taşımışlardır. Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola adındaki adam getirildi ve kendisiyle 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı. Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir resim hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kalabalıkla mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetler yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş Yeniçeri ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş ecelleri ile ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı. Cadıcı Nikola’nın tanımına göre , bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanırmış. Ali Alemdar ile Apti Alemdar’ın cesetleri mezardan çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı “bu cesetleri yakmak gerek” dedi. Bu hususda şer’an da izin verildi ve iki yeniçerinin mezardan çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı. Çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu.”

Tırnova kadısının naklettiği olay türün literatürüne uygun bir vampir olayıdır. Arada küçük farkları olsa da klasik cadıcılık yöntemlerini izlemektedir. Örneğin kazık göbeğe değil de kalbin hizasına çakılır yürekleri kaynatmak kadar cesetlerin kellelerini uçurmak da geleneğe göre etkin bir çaredir. Bu tür asılsız söylentilerin halkı disiplinsiz yeniçerilere karşı harekete geçirmek için ortaya atıldığı sanılmaktadır.[1]

Meçkey

Meçkey - Türk, Anadolu ve Altay halk inanışında, batı dillerindeki karşılığı ile birebir örtüşen bir anlamla vampir demektir. Meçik de denir. Türk halk kültüründe ve halk inancında kendine özgü bir vampir türüdür. Bazı yönleri bütünüyle Türk kültürüne özgü olsa da Batı toplumlarının inanışlarına çok benzeyen bazı özellikleri de mevcuttur. Örneğin tıpkı Nosferatu'da olduğu gibi, "tağun" (yani veba) hastalığı taşıdığına inanılır. İnsanların kanını emer, içlerinde büyür. Ölüm saçan kambur bir yaşlı kadın (veya bazen yaşlı bir erkek) şeklinde düşünülür. Sözcük, biçmek (kesmek) fiili ile alakalıdır. Meç Moğolcada maymun, Mes ise silah demektir. Türklerde masal ve söylencelerde maymuna benzer varlıklara sıklıkla rastlanır.[2]

Uzak Doğu Vampir inanışları

Asya'nın güney doğusunda genellikle hortlak benzeri yaratıklara ait inanışlar bulunuyor. Bunların da ani ve korkunç ölümler sonucu ölenlere ait ruhlar oldukları söyleniyor. Uzak doğu kaynaklı korku filmlerinde bunlar gibi bir travma sonucu ölen, ölümlerini kabul etmek istemeyen ve yaşayanlardan intikam almaya çalışan hortlaklar konu ediliyor. Bali, Malezya, Endonezya, Filipinler ve Kamboçya'da dişi vampir benzeri (Türk folklorundaki lohusa kadınlara musallat olduğu söylenen "al karısı" benzeri) bazı yaratıklara inanılıyor ama bunlar bilinen vampir stereotipinin epeyce dışında kalıyorlar. Daha çok hortlak ve cadı benzeri yaratıklar olarak tanınıyorlar. Sadece kan içmiyor, iç organlarla da besleniyorlar. Vücutlarını parçalayarak bölünebilme, yarasa kanatlarıyla uçabilme, uzun dilleriyle kan emebilme vb. özellikleri var. Genellikle de genç ve güzel kadınların intihar ya da doğum sırasında ölümleri nedeniyle ortaya çıktıkları söyleniyor. Özellikle Japon kültüründe hiçbir vampir inanışı bulunmuyor. Japon kökenli vampirler sadece mangalar ve sinemada bulunuyor. Çin'de ise zombi benzeri kara büyüyle yeniden diriltilen cesetler olduğuna inanılıyor ama bunların da yaşayan ölüler olmaları, uzun saç ve tırnakları dışında vampirlikle pek bir alakaları bulunmuyor.

Vampire: The Masquerade

White Wolf tarafından kurgulanmış popüler RYO'lardan biridir. Oyun vampir faaliyetlerini insanlara belli etmeden yaşamanızı gerektiren bir dünyada geçer. İnsanların vampirlerin varlığını bilmesi gizlenmelidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Vampire: The Masquerade.

Delphi Yazıtları: Ayışığı Tanrıçası Selene

Gizemcilikle ilgilenenler arasında “Vampir İncili” olarak da bilinen “Delphi Yazıtları”nın Yunan mitolojisinin efsanevi Delphi kahinine ait olup olmadığı ya da tarihsel bir değer taşıyıp taşımadığı bilinmiyor. Yazıtların içinde yer alan bir bölüm, özellikle vampirlerin mitolojik kökenine ve nasıl ortaya çıktıklarına ışık tutan bir aşk hikâyesinden oluşuyor. Tanrıça Selene’nin antik Yunan mitolojisindeki hikâyesinden farklı bir çizgide ilerleyen bu hikâyeye göre, ilk vampir ay ve av tanrıçası Artemis tarafından yaratılıyor. Metnin tamamına ulaşmak için bknz.Delphi Yazıtları: Ayışığı tanrıçası Selene

Carl Gustav Jung ve vampirlerin kaynağı

Psikiyatrinin babası Carl Gustav Jung, kolektif bilinçaltı kuramında insanlığın ortak bir ruh alanında veya frekansında bir bütün olduğunu veya iletişimde olduğunu savunur. Kolektif bilinçaltı zamanın başlangıcından beri insanlık tarafından paylaşılmakta, ilkel anıları ve örnek tavırları yani arketipleri içermektedir. İşte bu örnekler, insanları çeşitli biçimde etkiler: Hayallerde, rüyalarda, dini inançlarda, mitlerde, sanatta ve folklörde belirir. Jung'un bu kuramına göre, vampirler de kolektif bilinçaltındaki arketiplerden biri olarak yorumlanabilir. [kaynak belirtilmeli]

Efsane : Âdem ile Havva'nın çocuğu Kain

Lilith

Ve Tanrının kendisi, Uriel'ın ağzından Kain'e son ve en büyük lanetini verdi:

"Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!"

Bu lanetle Kain acı bir çığlık attı, gözlerinden kan geliyordu. Kanı bir kabın içine doldurdu ve içti.

Kafasını kaldırdığında Cebrail karşısında duruyordu. Fırtına sonrası sessizliğinin verdiği yankıyla: "Âdem'in oğlu, Havva'nın oğlu; babamın bağışlayıcılığı sandığından çok daha büyük. Şimdi bile affedilmeye bir yol açıldı. Bu yola "Golconda" diyeceksin. Çocuklarına ondan bahset, çünkü sadece bu yolla yeniden ışıkta yürüyebileceksiniz."

Sümer mitolojisinde yer alan Emeş-Enten ve Lahar-Aştan hikâyesinin bir benzeri olarak, Adem ve Havva’nın ilk oğulları olan Habil (Abel) ve Kabil’in (Cain) hikâyesi İncil’in ilk bölümünü oluşturan Eski Ahit’te yer alıyor. Hikâyeye göre Tanrıya adak adayan iki kardeşten yalnızca Habil’in adağı kabul görür, bunun üzerine Kabil duyduğu kıskançlıkla kardeşi Habil’i öldürerek lanetlenir ve kıyamet gününe dek durmadan yeryüzünü dolaşmak zorunda kalır. Kabil kardeşini öldürdüğünü anlayan insanların onu da öldüreceğini söyleyince Tanrı onun bedeninde lanetli olduğunu gösteren bir iz bırakarak şöyle buyurur: "Her kim Kabil'i öldürürse, intikam yedi kat fazlasıyla onun üzerine olsun". Böylece Kabil ilk katil ve ilk ölümsüz olarak dünyayı dolaşır. İncil’de bahsedildiğine göre Kabil’in çocukları da olur, bir şehir kurarak ona oğlu Hanok’un adını verir. Günümüzde bu şehrin Urfa olduğuna inanılıyor. Kuran’da da ayrıca Maide suresi içinde isimleri belirtilmeksizin Adem’in ilk oğulları arasında geçen bu hikâyeye yer verilmiştir.

Kabil’in hikâyesinin geri kalanına kutsal kitaplarda değil ama Lilith ya da Enoch’un kitabı gibi doğruluğu kilise tarafından kabul edilmeyen kimi eski kitaplarda yer verilmiş. Bu kaynaklara göre, Kabil’in yaptıklarının cezasını çekmesi için taşıdığı ölümlü ruhundan mahrum bırakıldığı ve diğer ölümlüler gibi dünya nimetlerinden yiyemediği anlatılıyor. Kabil’in daha sonra Adem’in ona boyun eğmeyi reddettiği için sürgün edilen ilk karısı Lilith ile birleştiği ve Kızıldeniz civarında Nod adında bir kente yerleştiği belirtiliyor. İbrani mitolojisinde kabusların kraliçesi ve tüm iblislerin anası olan Lilith’in hiçbir şey yiyemeyen Kabil’i hayatta tutmak için ona kendi kanından verdiği ve böylece kendi soylarının ilk vampirleri oluşturduğuna inanılıyor. Günümüzde de pek çok vampir öyküsünün temelinde Kabil veya Lilith’e göndermeler yapılmaktadır.

Dini Metinlerde Vampirlik: Yehuda'nın ihaneti

Judas İscariot, (İscariot latince katil anlamına gelmektedir) olarak bilinen Yehuda’nın da İncil’de adı geçen ilk vampir olabileceğine inanılıyor. Geleneksel vampir inanışına göre vampirlerin haç ve gümüşe karşı hassasiyet göstermelerinin nedeninin de bu hikâyeye dayandığı düşünülüyor. Yehuda, geleneksel Hristiyan inancına göre İsa peygambere ihanet ederek onu otuz gümüş sikke karşılığında ele veren bir havarisidir. Yehuda’nın nasıl öldüğüne dair çok farklı inanışlar bulunmakla birlikte, bunlar içinde en bilineni Yehuda’nın İsa’yı çarmıhta görerek duyduğu vicdan azabı ve korkuyla kendini asarak intihar etmesidir. Öte yandan İncil’de ya da diğer kutsal kitaplarda “vampir” sözcüğü hiç kullanılmamıştır.

Farklı kültür ve inanışlardaki vampir inanışları için bknz.Vampir Tanrıları

Vlad Tepes

Vlad Tepes Portresi
Kazığa oturtulan insanlar

III. Vlad namı diğer Kont Drakula, 1444'te, 13 yaşındayken kardeşi Radu ile beraber, devşirme olması amacıyla Edirne'ye getirilmiştir. 1447'de babası II. Vlad Dracul ve ağabeyi Mircea'nın Macarlar'la savaş sırasında ölmesinin ardından; Macarlar tarafından Eflak'ın başına getirilen II. Vladislav'ı devirmesi için 1448'de yanına bir de ordu verilerek salıverilir. Kardeşi Radu Osmanlılarla kalmayı tercih eder. Vlad, kraliyet ailesinin düşman kolundan olan II. Vladislav'ı devirir ama tahttaki ikinci ayında yine Macarlar tarafından Boğdan'a sürülür, II. Vladislav tekrar başa geçer. Üç sene sonra, 1451'de Boğdan prensi Bogdan'ın öldürülmesini fırsat bilerek Eflak'a döner. Geçen süre zarfında II. Vladislav Macar komutan János Hunyadi'ye ihanet ederek Osmanlı tarafına geçmiştir. Dracula'ya da Macarlar'ın tarafına geçmek düşer. 1456'da János Hunyadi ikinci Sırbistan seferine çıkarken Vlad da ikinci Eflak seferine çıkar, II. Vladislav'ı öldürür ve başa geçer. Bu olaydan sonra meşhur işkenceleri başlar. Tahta geçer geçmez ilk yaptığı işlerden birinin ülkesinde yoksul insan kalmasın diye dilencileri ve yoksulları toplayıp bir yemek vermek, ardından da hepsini diri diri yakmak olduğu söylenir. 1456'dan 1462'ye kadar süren altı senelik hükümdarlığı sırasında kadın, çocuk demeden; kimi kaynaklara göre 40 binden kimilerine göreyse 100 binden fazla insanı öldürtmüştür. 1462'de Osmanlı İmparatorluğu'nun Eflak'ı topraklarına katması üzerine kaçmak zorunda kalır, yardım beklediği Macar Kralı kendisini zindana atar. Osmanlılar, Eflak'ın başına Vlad Tepes'in kardeşi Radu'yu getirir. Radu 1473'e kadar tahtta kalır. 1475'teki ölümüne kadar geçen iki senelik sürede ise, rakip aile Danestiler'den yaşlı Başarab ile Radu arasında tam altı kere el değiştirir . Radu'nun ölümünden sonra bir buçuk sene kadar aralıksız tahtta kalan Basarab'ın saltanatı, Macar krallığının desteğini almayı basarıp 3. Eflak seferine çıkmış olan Vlad Tepes tarafından bozulur. Kazıklı, Moldova ve Transilvanya ordularının da desteğiyle 3. kez, ancak ilki gibi yine yalnızca iki aylığına tahta çıkar. Orduların Transilvanya'ya hareketini fırsat bilen Osmanlılar, Kazıklı'yı devirir. Rivayete göre öldürülüp başı İstanbul'a getirilmiş, vücudu Snagov'da bir manastıra gömülmüştür. Ancak manastırda 1931'de yapılan kazılarda mezarın boş olduğu görülmüştür. 1897 yılında Bram Stoker ölümsüz eseri Dracula'da Kazıklı'yı Kont Drakula adıyla diriltmiştir.

Elizabeth Bathory

Élisabeth Báthory

Macaristan Krallığı’nın en ünlü soylu ailelerinden biri olan Bathory ailesinden gelen Kontes Elizabeth Bathory, tarihin en kötü şöhretli kadınları listesinde kuşkusuz ilk sıralarda yer alıyor. Bathory, 54 yıllık yaşamı boyunca işlediği korkunç cinayetler nedeniyle de dünyanın en ünlü kadın seri katili unvanını taşıyor. 15 yaşındayken evlendirildiği kocası Ferenc Nádasdy’nin ölümünden sonra suç ortağı hizmetçileriyle birlikte yüzlerce (söylentiye göre 650) genç kızın işkence edilerek öldürülmesinden sorumlu tutulan Bathory, ömrünün kalan 4 yılını kendi şatosu olan Csejte’de küçük bir odaya hapsolmuş bir şekilde geçirdi. Cinayetleri bizzat işlettiği yardımcıları korkunç cezalar alırken Bathory bir soylu olduğu için ne yargı önüne çıkartılmış ne de söz konusu suçlardan hüküm giymiştir. Öte yandan Csejte şatosunda kapısı tuğlalara örülen bir odada unutulmaya terk edilen kontesin adını anmak bile yasaklanmıştır. Bathory’nin gençliğini koruyabilmek amacıyla bakire kızların kanlarıyla banyo yaptığı söylentileri onun uzak bir akrabası sayılabilecek Wallachia prensi Vlad Tepeş gibi bir vampir olduğuna inanılmasına yol açmıştır.

Macarca ismiyle Erzsébeth Báthory, 1560 yılında doğdu ve çocukluğunu Ecsed şatosunda geçirdi. Macaristan’ın Osmanlılar ve Avusturyalılarla gerçekleştirdiği savaşların yaşandığı bu dönemde Bathory Latince, Almanca ve Yunanca dillerini iyi derecede bilen bir Protestan genç kız olarak yetiştirilmişti. Acımasızlığıyla şöhret kazanan kuzeni Transilvanya prensi Stephen gibi Elizabeth de çocukluğundan itibaren ani öfke nöbetleri geçirmekteydi. Araştırmacılar bunun aileden gelen genetik bir bozukluk olduğuna ve Bathory’nin epilepsi hastası olma ihtimaline inanıyor. Günümüzdeki tarih uzmanları ve psikiyatrlar Bathory’nin aynı zamanda cinsel kimlik bozukluğuna da sahip olduğunu belirtiyorlar. Henüz 14 yaşındayken hamile kalan Elizabeth, söylenene göre kadın ya da erkek istediği herkesle birlikte olabilmekteydi. Öte yandan Bathory’nin kimi akrabalarının da sicili pek parlak değildi. Halasının lezbiyen bir cadı, amcasının şeytana tapan bir simyacı ve erkek kardeşinin ise birlikte yalnız kalınmaktan korkulan bir cinsi sapık olarak tanınması Bathory’nin çevresinde öyküneceği yeterince kötü örnek olduğunu gösteriyor. Öte yandan çocukluğundan beri Elizabeth’le ilgilenen bakıcısının da kara büyüyle uğraşan ve ayinlerinde küçük çocukları kurban etmekten çekinmeyen biri olduğunu da eklersek Bathory’nin bu durumda bir seri katile dönüşmemesi neredeyse imkânsızdı. Elizabeth, evlendikten sonra kocasının evlilik hediyesi olan Csejte şatosuna yerleşti. Şato etrafındaki birbirine bitişik 17 köy ve tarım arazileriyle çevriliydi ve Küçük Karpat dağlarının kayalıkları üzerinde yükseliyordu. Kocasının sürekli savaşta ve evden uzakta oluşu Bathory’i ticari ve politik konularla ilgilenmek zorunda bırakmıştı. Tarihçilere göre Bathory bu konuda da oldukça başarılıydı. Öte yandan Bathory güzelliğiyle övünmek, aynalar karşısında zaman geçirmek ve günde neredeyse beş defa kıyafet değiştirmekten de geri kalmıyordu. Bathory’nin babasından ve kocasından öğrendiği acımasızlığı sarayındaki hizmetçilere göstermesi ise en sıradan uğraşıydı. Yaşlanmaya başladığını düşündüğü andan itibaren cildini yenileyebilmek için kendini farklı büyülerle uğraşmaya verdiği de biliniyor.

Öte yandan Bathory’nin bölgedeki savaşta çaresiz kadınların koruyuculuğunu üstelendiği söylentileri de var. Örneğin Bathory, kocası Osmanlıların elinde esir olan bir kadın ya da kızı tecavüze uğrayıp hamile bırakılan bir kadın için politik hünerlerini sergilemekten çekinmemişti. Diğer yandan şatosunun bir bölümünde istemeden hamile kadınların çocuklarının düşürüldüğü de biliniyor. Bathory bunları kuşkusuz daha fazla genç kızı öldürebilmek için yaptığı düşünülüyor. Önceleri sadece köylü kızlarını katlederken kocasının ölümünden sonra artan kan arzusu bu seri katilin soyluların kızlarına da göz dikmesini sağlıyor. Böylece görgü ve terbiye öğrenmeleri için sarayına kabul ettiği kızların tamamı sırra kadem basıyor. Öte yandan bölgedeki kız kaçırma olayları da artıyor. Saray çevresindeki dedikodular ayyuka çıktığında kralın emriyle görevlendirilen György Thurzó şatoya incelemeye geliyor ve yaklaşık 300 kişilik bir tanık ordusu dinlendikten sonra korkunç gerçekle yüzleşiyor. Kralın Bathroy’nin kocasına olan borcu nedeniyle eyleme geçtiği ve böylece Bathory’den kurtulmak istediği de bir başka korkunç gerçekti. Bugüne dek Elizabeth’in suçsuzluğunu savunanlar krallık tarafından gerçekleştirilen bir komploya kurban gittiği ve bir Protestan olmanın cezasını çektiğini öne sürüyor. Elizabeth Bathory, özellikle kocasının ölümünün ardından işkence yöntemlerini giderek artırmıştı. Psikologlar Bathory’nin yaşlandıkça artan akıl hastalığının bu dönemde iyice kötüleştiğini iddia ediyorlar. İyi ödeme vaatleriyle kandırılan ya da kaçırılan genç kızlar mahzene kapatılıyor ve bedenleri tanınmaz hale gelene dek dövülüyor, sonra da yakılıyor ya da parçalanıyordu. Kurbanların ölesiye dövüldüğü, açlığa terk edildiği, canlı olarak yakıldığı, iğnelerle işkenceye uğradığı, kışın dışarıda üzerlerine su dökülerek donmaya bırakıldığı, yüzlerinin, kollarının ve cinsel organlarının ısırıldığı ve cinsel anlamda tacize uğradıkları da biliniyor. Bathory’nin bu korkunç işkencelerini 1585 yılından 1610’a kadar sahip olduğu tüm şatolarda gerçekleştirdiği ortaya çıkmıştır. 650 kişilik kurban sayısına Bathory’nin hala hükûmet arşivlerinde saklı olduğuna inanılan günlük ve mektuplarından ulaşılmıştır. Bathory, bir seri katil olarak çok da becerikli sayılmazdı, bir asil olmasının avantajlarını sonuna kadar kullanmış fakat işlediği cinayetlerin üzerini örtmek konusunda da yeterince titiz davranmamıştır. Tüm bu imtiyaz ona sadece mahkeme aşamasında yaramıştır, yargılanmadan doğruca kendi şatosunda müebbet hapse konulmuştur. Öte yandan kralın Bathory'e borcunu ödemesine gerek kalmadığı hükmüne de varılmıştır.

Bathory, Csejte şatosunda ölü bulunduğunda odasında el sürülmemiş pek çok kap yemek bulunuyordu, bu nedenle tam ölüm tarihi bilinemiyor. Önce Csejte kilisesinin bahçesine gömülen cesedi Csejte’li köylülerin ayaklanması sonucu Ecsed’deki Bathory aile kabristanına defnedilmek üzere buradan taşınmıştır. Kontes Bathory denince aklımıza gelen kan banyosunun bu efsaneye sonradan eklendiğini de belirtelim. Bathory aleyhine ifade veren tanıklardan hiçbiri bir kan banyosundan söz etmediği ve bunun sadece Transilvanya vampir inanışıyla alakalı olarak uydurulmuş olduğu bilinmektedir. Bathory’nin hikâyesi farklı perspektifler ya da kurgusal olaylar içeren pek çok filme de konu olmasının yanı sıra sulandırılarak “Kontes Dracula” ve benzeri filmlerin yapılmasına da esin kaynağı olmuştur.

Kaynakça

  • İstanbul Gizemleri, Giovanni Scognamillo, Mart 1993 baskısı Altın Kitaplar yayınevi
  • Fenomen, Ekim 1996, 7. sayısı
  • Focus, Ekim 1998 sayısı
  • StreetPoet.Stories, vampir temalı blog.
  • Film kapağı: Bram Stoker'dan Dracula 1992 Columbia Industries Inc, 1993 Columbia Tristar Home video , Türkiye'deki dağıtım hakkı Palermo filmcilik

Dipnotlar

  1. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 25. Baskı, Sayfa 38
  2. "Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt" (PDF). 13 Aralık 2011 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 27 Ocak 2012.

Dış bağlantılar

Ayrıca bakınız

This article is issued from Wikipedia. The text is licensed under Creative Commons - Attribution - Sharealike. Additional terms may apply for the media files.